30 Temmuz 2012 Pazartesi

tirşe yeşili ve yeniden nar kabuğu

Bugün, Ramazan ayında adet olduğu üzere, biraz da vakit geçirmek için, babamla ve Didoş'la Kocatepe Camii'nin üzerindeki kitap fuarına uğradık. Genellikle dini konularda yazılmış kitaplar oluyor. Ama bazen umulmadık kitaplara da rastlanılabiliyor. aklımın kaldığı bir kitap vardı. Almadım. Belki sonra... Diyanet yayınlarından Hacı Bektaş Veli'nin (galiba) "Besmele Şerhi". Aldığım bi iki kitaptan biri de doğal boyamacılıkla ilgili bu kitaptı; umarım ileride bu boyama tekniklerini kendi giysilerimde kullanmak da nasip olur:

Doğal Boyamacılık, yazarı: Recep Karadağ
fuarda 6,5 TL verdim.

Kitap daha ziyade resimlerden oluşuyor. Boyama tekniği oldukça özet anlatılmış hani kitaba sadık kalınarak bir şey yapılabilir mi şüpheliyim. Nasıl boyama yapılacağı biraz daha açılsaydı ve malzemelerin nereden temin edilebileceğine dair bilgiler de verilseydi daha kapsamlı bir kitap olurdu. Yine de belki malzemeler elimde hazırda bulunsa yapması kolay olabilir. 

En yaygın kullanılan sarı renk veren maddeler olmuş ve herkes yöresinde ne yetişiyorsa ondan faydalanarak çeşitli çiçeklerden vs. sarı renk elde etmiş. Çivit otu mavinin esas kaynağı, indigo maddesi içeriyor. Kök boya denilen bir bitkinin (Rubia tinctorum) kökünden elde edilen boya ve bazı böcekler kırmızı için esas kullanılanlar. Böcekler de boyaları için kurutulup kaynatılıyormuş, biraz sevimsiz bir işlem. Bazı deniz kabukluları ve kara salyangozları da kullanılıyor. Meksika'da bir salyangozun öldürmeden boyasını kullanıyorlarmış ve yeniden aynı böceklerden boya elde edebiliyorlarmış. Sopayla dürtüldüğünde salgıladığı sıvı boyar maddeler içeriyormuş. Gözüme çarpan diğer bir ilginç şey de bir deniz kabuklusunun kaynatılarak boyasının çıkartılması işleminin Fath Sultan Mehmet döneminde ve daha sonra da bir papa tarafından yasaklanmış olması. Acaba durumun helal olup olmadığından mı endişelenmişlerdi? Ya da böcek katliamı olduğunu mu düşündüler? Sebebi neydi merak ettim... 

Kitapta bazı tarihi kumaş ve eserlerde kullanılan boyalar kimyasal olarak analiz edilip hangi boyanın kullanıldığının bulunabileceği de anlatılmış. Bunun için kullanılan teknikler de özet olarak anlatılmış. 

Gelelim nar kabuğu'na...


Kendisine ait sayfanın da fotoğrafını çektim. "Mordanlama" işlemi kitabın başında tarif edilmiş. Anlayabildiğim kadarıyla kumaşın boyayı daha iyi tutması için önce metal tuzlarıyla kaynatma işlemi. Sonrasında boyayla kaynatılıyor ki boya gidip elyafa yapışmış olan o metal tuzuna bağlansın. O yüzden aynı anda yapılmaları pek uygun değil. Kapta kompleks oluşturup birbirine bağlandıklarından kumaşa bağlanmayabiliyorlar. Önceki yazıda bahsedilen demir tozlarıyla kaynatma işi yani. Kullanılan mordan maddeleri olarak şunlar örnek verilmiş:
-Şap
-Demir Şapı (biraz daha karaya çalıyor bu mordanla yapılmış boyalar)
-Bakır Şapı
-Şarap Taşı
Bunun yanında zayıf asit veya baz maddelerin kullanıldığı da söylenmiş. Mesela Dada'nın batik boyasını yaparkenki kullandığını söylediği sirke bunlardan biri olabilir mi?

Doğal boyalardan kulağıma çarpanlardan biri de geçenlerde duyduğum çay... Bizim kızlar dantel için alışverişe gittiklerinde oradaki iplikçiden duymuşlardı galiba, çaya bastığın zaman bi köşesi sararmış ya da lekelenmiş dantellerini homojen sarılığa kavuşuyormuş, sanki önceden o renkmiş gibi.

Bazı boya maddeleri önce boya sonra mordanlama gerektiriyormuş. Siyah boyaların bir kısmı sanırım. Bir de küp boyama diye bir şey var tam anlayamadım ama önce boyanın mayalanması mı gerekiyor ne.

Bazı sarı gibi duran boyalar okside olunca (havayla temas edince) mavi renge dönüşüyormuş o da ilginç. İndigo boyarken aynı kazanda sırayala boyadığın yünler koyu maviden açık maviye doğru gidiyormuş.. Müsrüflük yok tabii. Bu karışık mavi tonlarından yapılmış bir halı ya da kazak ne kadar güzel olurdu kesin.
Ha bir de doğrudan boyama var. Üzerine sürerek. Ceviz kabuğuyla bu şekilde boyanabiliyormuş..

Türk kırmızısı diye meşhur bir karışım varmış kök boyayla yapılan.

Tabii genel itibariyle doğal boyaların kullanımı azalmış ve Avrupa birliği fonlarıyla desteklendiği birkaç yerde devam ettiriliyormuş. Kimyasal suni boyaların yaygın kullanımından... Türk kırmızısı da ( alizarin) labaratuvarda rahatça üretilebilen bir maddeymiş...

Ara renkler de ana renklerin sırayla aynı ipe istediğin derişimde boyanmasıyla üretiliyormuş.

Aslına bakarsanız renkler kültürün bu şekilde bir parçası olabiliyor. "Özümüz" diyeceğimiz renkler hangisi. Ya da artık kaldı mı? Bir katalogdan sınırsız renk seçebilmenin getirdikleri / götürdükleri nelerdir acaba? Renklerin "kimse bunu biliyor mudur ki?" diye düşündüğümüz adlarının ardında tarih var aslında. Tat var. Koku var. Anı var. Ne bileyim alın teri var. Küçükken annem ya da babam bana petrol mavisi yok tirşe yeşili, çivit mavisi dediklerinde garip gelirdi.

^ (Nişanyan sözlükten)

(kuzu kulağı)
(gerçi oksalis yazıyor ama rumex daha benziyor sanki doğada gördüklerime)

Sevmediğim bir şey varsa o da bu kopmuşluk. Her gün ağlasam yetmez. Yetmiyor da. (Çaresiz pişmanlık) Sanki bütün kopmuşluğun suçlusu benmişim gibi bir ağırlık çöküyor bazen üzerime... Üslubun önemli olduğunu anlıyorum. Babadan / anadan çocuğa olabileceği gibi çocuktan üst nesle de uygulanan bi şiddet var... Kopma isteği. Ah... Yapılabilecek pek bir şey yok. Sevgiyle anlatmak önemli. Neden anlattığını bilmek önemli. Kulaktan dolma kültür, içinde büyüdüğün ortam bir yere kadar. Cevaplar olmazsa tepkisel kopuşlar oluyor... Sonra bir de bakıyorsun ki renkler yalnızca gözlerini boyuyor... Bir de öyle tepkisel kopuş yaşıyorsun. (Eğer yaşarsan)

Artık o kadar kayıp hissediyorum ki, bir şeyler kayboluyor demek bile anlamsız... Sanki koca bir dalga her şeyi süpürüyor götürüyor. Ve ben korkudan çırpınamıyorum bile. Ölümlülük duygusu insana böyle bir felç hali veriyor... Allah aşmama yardım eder... Umarım...

Neticede işte, belli bir hayat yaşanıyor... Gidiyor...

Biraz iç sıkıntılı bir post oldu kusuruma kalmayın.

26 Nisan 2012 Perşembe

nar kabuğu

Ossut nar yedikten sonra bi fenomenden bahsetmişti elleriyle ilgili, metal barları tuttuktan sonra boyanıyordu galiba elleri.
Sonra nar kabuğunun antioxidan özellikleri ve eski tıbbi ve mutfak kullanımları hakkında da bölük pörçük bir şeyler okumuştuk. Şimdi bir de bu çıktı alakalı alakasız. Malum 24 Nisan Ermeni'lerin kendilerine yas ilan ettikleri gün.. Doğrudur değildir diye bir yargı bildirmeyeceğim. Bu yas gününde oturup üzülen varsa işte, onun için üzgünüm.

Bu günle ilgili bir mail grubunda gelen bir yazıyı paylaşmak istiyorum:

Bir Hübre çarşaf hikâyesi

1927’de yapılan bir araştırmada Dîyarbekir ipekçiliği öylesine revaçta ve yüzde imiş ki, bugün Türkiye’de ipekçiliğin başat şehri Bursa ile yarışır hatta önde bir konumdaymış. Üstelik 1915 Büyük Felaketi’nin üzerinden onca ölüm, talan, yıkım ve sürgünlüğe rağmen. İşte 80 sene öncesinin eski bazalt taşlı evlerinin avlularında ve binler yıllık sur diplerinde ipekçilik yapan Ermeni, Süryani az da olsa Kürt ustalardan kalan uyarlama bir “varoluş”la bu anlamlı 24 Nisan gününü anmanın doğru olacağına inanıyorum.

Ve bu çalakalem metni 97 yıl evvel yaşanmış büyük bir trajedinin acı anısına izafeten; Eylül Ayında İletişim Yayınları arasında çıkacak olan bir anlatı kitabımın kahramanı “Ruh İkizim” (Bu kavramın gerekçeli açıklaması şimdilik bir sır. Çıkacak Kitabın girizgâhında okurla buluştuğunda sır aşikâr olacak) sevgili kardeşim Udi Yervant’a armağan olarak yazıyorum.

Okuyacağınız metin kitaptan bir parçadır:

“Dolaptan iplik sarılı makaraları çıkarınca istenilen renge boyamak üzere boya kazanlarına yollanırdı. Bütün boyalar natüreldi, doğaldı. O zamanlar Diyarbekir’de hiç kimse nar kabuklarını çöpe atmazdı. Nar kabukları toplanır ve Meryemana Süryani Kadim Kilisesinin arkasındaki değirmene götürülüp satılırdı. Veya değirmen sahibi nar kabuklarını kiloyla bizzat kendisi evlerden toplayıp satın alırdı. Önceden kurutulmuş olan nar kabukları değirmende dövülür, öğütülürdü. Puşiciler o değirmene gidip ihtiyaçlarına göre cüzi paralarla kurutulmuş nar kabuğu veya dövülmüş nar kabuğu kırıntısını satın alırlar, suya koyup kaynatırlardı.

Demircilerden de demir tozu alırlardı. Onu da o kaynattıkları nar kabuğu suyuna katarlardı. Simsiyah doğal bir kök boya ortaya çıkardı. İşte o bizim Diyarbekir kadınlarının kullandıkları, sarmalandıkları, örtündükleri Mantin Çarşaflar; Hübre dediğimiz kapkara çarşaflar rengini o kök boyadan alırlardı.

Hani Diyarbekir’in simsiyah parmak iriliğinde bir dut çeşidi var ya “karahübür”dür adı, çıplak elle yediğinizde morumsu renginin parmak uçlarında izi kalan hübür, işte ondan esinlenmedir. Bir de ayrıca zeytinyağı ile kaynatırlardı. Zeytinyağı da mantin çarşafın ipek gibi yumuşak ve kaygan olmasını sağlardı. O boya kazanlarından çıkan ipek iplikler çatal direkler üzerinde silkelenirdi. Yüzümüz, gözümüz Boroda dediğimiz o demir tozları ve nar kabuklarından oluşmuş doğal kökboyanın siyahlığına bürünürdü.”

Kim bilebilir ki; belki de kurutulmuş nar kabuğun ve demir tozunun zeytinyağıyla harmanlanıp kaynatılarak oluşturduğu zil siyah kök boyadan oluşmuş hübre mantin çarşaf onlarca yıldır yaşanmış bir trajedinin taziyesine delalettir.

Şeyhmus DİKEN

24 Nisan 2012 Dîyarbekir
Boya olarak da kullanılıyormuş. artık kimya bilgisi ve sezgisi benden evvel olan Ossut bu bilmeceyi çözsün. Bu da iliştirilmiş fotoğraf:

3 Şubat 2012 Cuma